Sunday 19 July 2020

Bir Ada Hikayesi: Cast Away


Filmi yıllar önce izleyişimde etkileyici gelmişti ama sonradan dikkatle izleyince beklentinin altında kalan bir film oldu. Bir kere başlangıç iyi çizilemedi, uçak sahnesi çok iyi değildi. Ada sahneleri ise karakterin devleştiği, diyalogların en aza indiği sahnelerdi. Sırf Tom Hanks için bile o sahneler izlemeye değerdi. Gerçi o sahneler de yer yer sıktı. Sanki yıllar sonra döneceği aklımda kalmıştı ama dört yılda geri döndü, şans eseri orada olan gemiyle. Bu da biraz hayal kırıklığıydı. Karakterin döndükten sonra doğal hayata alışamaması vardı, yabancılaşması. O sahneler ilk sahnelere göre bir tık daha iyiydi aslında. Karakter gençleşerek geri döndü, zayıflayarak. Bence Chuck ile Kelly ilişkisi daha iyi çizilebilirdi, çok boşluklu kaldı. Adadaki kargoyu teslim etmesi ve yol ayrımı şeklinde kalması iyiydi. O sahneden sonra adaya geri dönse daha iyi olurdu aslında. Kurtulmak istediği ama çok alıştığı ada. Tabii orada alışacak kadar uzun kalmadı, sadece dört yıl kaldı. Kurumsallaşma biraz zaman alıyor, uzunca bir süre ve bu süre 10 yıl üzeri olunca daha bir belirginleşiyor.

Senaryo ve kurgu anlamında zayıf bir filmdi. Karakterler iyi çizilememişti. Bilhassa yan karakterler iyi çizilemedi. Chuck odaklıydı ama yan karakterler biraz havada kaldı. Yönetmen Robert Zemeckis'in Forrest Gump ve Flight gibi filmleri de böyleydi, bir karakter odaklıydı, yan karakterler yer yer zayıf kalabiliyordu ama ikisi de bu filme göre daha sağlamdı. Forrest Gump ödüllü bir başyapıttı. Öte yandan Flight filminde buradaki uçak düşüşünden kat be kat daha iyi düşüş vardı. Yönetmen çok profesyonel hazırlamış o sahneyi ama bu filmde biraz havada kaldı. Oyunculuk anlamında Tom Hanks çok başarılıydı. Başrol oyuncusu olmasının da etkisiyle tek başına sırtladı filmi. Biraz da ağır filmdi ama bu ağırlık filmin yavaş ilerlemesinden, durağanlığından kaynaklanıyordu. Bazı filmler gibi anlaşılması güç bir film değildi.

Bu arada Forrest Gump ile ikisinin ortak bir sahnesi vardı, o da yol sahnesi. Çok dikkatimi çekmişti, onu da belirtmeden geçmeyeyim.



(1994 - 2000)


Bu da filmin çekilmiş olduğu ada, Fiji Adaları.

Wednesday 15 July 2020

Film Üzerine Sohbetler: Dead Poets Society

Film üzerine sohbet gerçekleştirdik ve ilk filmimiz Robin Williams'ın başrolde yer aldığı unutulmaz bir film olan "Dead Poets Society" filmiydi.


Abdullah: İlk filmimizi yorumlamaya başlayabiliriz.

Ülkünur: Tabii ki. İzleyeli baya olsa da.

Hamdi: Selamlar, Ölü Ozanlar Derneği'ni ikinci izleyişimdi. Bazı şeyleri ilk izleyişe göre kaçırdığımı hissettim.Özellikle şunu söylemeden geçemeyeceğim Robin Williams'ın oyunculuğunun arşı bulduğunun resmi sanıyorum bu film.İzlerken başından sonuna şunu anladım.Gençliğe bu kadar despotizm-kafaların hep aynı doğrultuda oluşturulma çabası- aşılanmasının zararını duydum.
Filmde dikkatimi çeken bir nokta vardı o arkadaş grubunda en hayat dolu insan olan Neil'in intihar etmesi.Aynı zamanda da yine o grupta okul disinda bir amaci olan kisi yine Neil idi.Böyle bir insanın dahi intihara sevk olması kişioğlunun içinde ne fırtınalar koparttığının bilinmezliğine bir yolculuktu sanırım. Filmin sonundaki o "Kaptan, kaptanım" sahnesi ise aynı fabrikadan çıkmış gibi ortaya koyulan çocukların, o kısacık sürede de olsa esasında halet-i ruhiyye ve hayatlara bakış cihetlerinde oluşturulan değişikliğin bir birey olma kıvılcımı zannımca ateşlendi.

Abdullah: Kavramları da tartışalım biraz. "Gelenek”, “Onur”, “Disiplin”, “Yetkinlik” Bu dört kavram aslında filmi bariz bir şekilde özetliyor. Geleneklerine bağlı kalmış aileler ve öğretmenler, onurunu iyi bir meslek ve iyi bir para olduğunu düşünen aileler ve öğretmenler. Aynı şekilde bu tanıma giren disiplin ve yetkinlik.Bunun dışına çıkmaya da çalışan John Keating. İnsan onuru için yaşar ama geleneklerinden kopunca sanki onuru zedelenmiş, disiplinden kopmuş ve yetkinliğini kaybetmiş gibi bir şey olur buradaki kafaya göre, aile ve liseye göre. Her şeyi belirleyen gelenek onlara göre. Osmanlı da böyleydi, geleneklerinden kopmak istemedi ve bu da kopmayı getirdi. Gelenek sizce de fazlasıyla abartılmıyor mu? Yeniliğin önüne geçen bir etken değil mi?

Hamdi: Soyle gelenek-yenilik ikisinin birlikte tutulması gerektiği kanısındayım ben ne sadece gelenek ne de sadece yenilik her ikisinin birbirini bir yapboz parçaları gibi tamamladığını düşünüyorum.

Abdullah: Tek sorun, geleneğin içinde geleneksel yapıdan kopmama olayı, yenilik karşıtlığı da söz konusu olabiliyor. Yeniliği gelenek haline getiirlmişse sorun yok da, sanki yenilik karşıtı geleneksellik büyük sorun.

Ülkünur: İnsan bunu zamana göre ayarlamalı. Yarar meselesi aslında.. Gelenek eskiye dayanır ama zaman ilerler. Ama Osmanlı konusunda tam emin olamadım. Yönetici daha çok oyleydi sanırım. Yoksa yapılan reformlar genelde geleneğe aykırı.

Abdullah: Reformu da Osmanlı, 18. yüzyılda adımları atmaya başlayıp, 19. yüzyılda net bir şekilde yapmaya başladı. Genel olarak geleneksel yapısından ödün vermemeye çalıştı. En azından halk cephesinde geleneksel yapıda kopmak istememe söz konusuydu. Buradaki lise de tekdüzeliğin devam etmesi, belirli kalıpların dışına çıkılmaması söz konusuydu. Tekdüze de iyi bir şey değil. Tekdüze geleneksellikten söz ediliyordu.

Hamdi: Derler ya bastırılmış her kuvvet bir gün patlar tekdüzelik ve disiplin adi altında özgür bireyleri baskılama gayesi de bir gün patlak verdi.

Abdullah: Aynen öyle, bir gün patlar birisi çıkar da. Belirli kalıplardan çıkmak gerekiyor, yoksa sıkıntı. İşte bazen öyle kafalar oluyor ki, çıkılmıyor o kafadan.

Hamdi: Cikmak isteyenin de başını eziyorlar.

Abdullah: Teknolojinin geliştiği çağda aslında bunun bir tık daha önüne geçildi. 1950'li yılların üzerinden gidiliyordu bu filmde tabii. 1859 yılında mezun olan öğrenciler için 100 yıl önce ilk mezunlarını verdiği söyleniyordu. 1959 yılı muhtemelen. Gerçi yine bizi anlatıyor işin garip tarafı. Biz halen daha bu kafadayız.

Hamdi: Aslında tamamen aynı kafada değiliz bence değişiyoruz sadece bu değişim yavaş oluyor bence.

Abdullah: Eğitimde sizce kalıplaşmışlığı yıkabildik mi, daha mı geriye gidiyoruz?

Hamdi: Geriye gidiyoruz bence eğitimde daha kötüyüz değişiyoruz yani kotu bir değişimden bahsettim aslında.

Abdullah: Müfredatın dışına çık buradaki gibi, "ne yapıyorsun" falan yapmaya başlarlar buradaki gibi.

Hamdi: Madem bu konuyu açtın lisede tarih dersindeyim mahatma gandhi konusu vardi bi siyasetciye benzettim yuzunu hoca demedigini birakmadi bizzat yasadim yani. (Gülüyor)

Abdullah: "Gandhirdim hocam sizi" deyip toparlar benim bildiğim Hamdi. (Gülüyor)

Soğuk espriden sonra:

Abdullah: Filmin kurgusu, senaryosu, yönetimi, oyunculuklar nasıldı? Oralara da girelim. Bu film size göre bir başyapıt mı?

Hamdi: Kurgusuna baktigimiz zaman toplumun en onemli aksayan yönüne egitime gonderme yapildigi asikar yapim yilina bakildiginda buyuk cesaret bunu yapabilmek.Film gayet guzel ancak bir basyapit mi bence degil filmde bosluklar var ve bu bosluklar dolmus da degil.Oyunculuklar ciddi anlamda iyi ozellikle ogrenciye atilan dayak sahnesi en begendigim oyunculuklardan biriydi.Sanki o degil de ben yiyormusum gibi hissettim o sopayi. Senaryo sanirim filmde en cok sevdigim tarafti.Filmin senaryosunda verilen egitimin vasatligini hissettim.

Ülkünur: Ben filmi tekrar izlemediğim için biraz unutmuşum :) 2016 gibi izlemiştim... Sadece birkaç sey kaldı aklımda.. Senaryo, evet güzeldi. Oyunculuklar öyle. Carpe diem repliği aklımda sürekli gibi kalmış.

Abdullah: Filmin kurgusu iyiydi aslında ama tabii sonlara doğru ufak tefek kopukluklar yaşandı. Sanırım onlar olmasa "başyapıt" olarak nitelendirilen bir film çıkardı ortaya. Sonu gelişigüzel olmuş gibiydi. Senaryo başarılıydı, ki zaten kitaptan uyarlama ve yer yer kitaptan esintiler söz konusuydu. Yönetmen de başarılıydı ve özellikle Todd Anderson'un şiir okuduğu sahnesinde Todd'un etrafında döndüğü sahne çok iyiydi. Son sahnede ayağa kalkış sahnesi de iyiydi. Oyunculuklar da başarılıydı, bilhassa Robin Williams'ın oyunculuğu. Üst düzey bir performans sergiliyordu, sanki gerçekten edebiyat hocasıydı. Diğer oyuncular da iyiydi. Robin Williams ve Ethan Hawke özellikle ön plana çıktı filmden sonraki süreçte. Robin Williams zaten uyuşturucu bağımlısı olmasının verdiği etkiyle hayata gözlerini yumdu 2014 yılında. Onu yaşatan baş filmlerden birisi. Ethan Hawke ise, güncel bir şekilde oyunculuk kariyerini sürdürüyor. Trainig Day filmi çok iyiydi ama Denzel Washington mükemmel oyunculuğuyla biraz ezmişti filmde. Sonuç olarak çok iyi bir filmdi, hatta mükemmel bir filmdi ama sonu gelişigüzel olmasa muhtemelen bir "başyapıt" olarak nitelendirilebilirdi.

Puan Time:

Abdullah: Bu arada filme puanınız kaç 10 üzerinden?

Hamdi: 9

Abdullah: Aynen, benim de 9.

Ülkünur: 8

Ortalama: 8.6


Sunday 12 July 2020

Bir Sistem Eleştirisi: Joker


28 yıllık yaşantısına dünyaya Joker performansına hediye eden Heath Ledger'den sonra en iyi Joker performansı çizen ve bu uğurda kilo da veren, eriyen, biten ve çok dehşet kahkaha atan bir Joaquin Phoenix çizelim buraya. Hatta Joaquin Phoenix ödül de almış olsun. Belki Oscar'da film en iyi film ödülünü almadı ama Joaquin Phoenix, performansıyla en iyi erkek oyuncu ödülünü sırtladı.

Tabii belirmek gerekir, Heath Ledger'den tamamen farklı bir Joker portresi çiziyor Joaquin Phoenix. Zayıflatmış bünyesine farklı bir kahkaha efekti koyuyor, ezilmiş Joker karakterine farklılık katıyor. Joker'in gülmesinin sebebi, nörolojik bir sorundur aslında. Psödobulbar etki deniyor buna. Onun böyle kahkaha atması da hiç normal değil. Hatta otobüste rahatsızlığından dolayı güldüğünü kağıtta yazarak kişilere göstermiştir. Nörolojik sorunlarının yanında, psikolojik anlamda da sorunları vardır. Kafasında olaylar varmış gibi de çizmektedir.

Filmdeki esas nokta aslında silahtır. Onu ezip, aşağılamaya çalışanlara karşı silahı silah olmuştur. O silah öyle büyümüştür ki, halkı sokağa dökmüştür. Tabii bütün bunlar olurken, Batman'e selam çakmayı da ihmal etmemişlerdir. Bruce Wayne küçüklüğüyle kendini göstermiştir ve Batman olarak yer almadığı için fantastik öge de filmde yoktur.

Kurgusu başarılıydı, oyunculuklar başarılıydı. Joaquin Phoenix ile Robert De Niro'nun oyunculuğu fazlasıyla ön plandaydı. Başarılı bir filmdi. Joaquin Phoenix, oyunculuğuyla fazlasıyla hak etti ödülü. Todd Phillips farklı bir Joker filmi ortaya çıkardığı için tebrik etmek gerekir. Heath Ledger ile özdeşen karakteri farklı bir şekilde ortaya koyarak o karakterden sıyırmayı başardı.


9/10

Monday 21 October 2019

Film Gibi Dizi: "When They See Us"



Netflix'te 31 Mayıs 2019'ta başlayan ve 4 bölüm süren bir mini dizi var ki, gerçek hayattan aldığı esintiyle izleyiciyi etkiliyor!

Central Park'ta spor yapan bir kadın, koşu yaptığı sırada dayak yer ve cinsel saldırıya uğrar. İşte bu sırada o civarda bulunan gençler polis tarafından yakalanarak gözaltına alınır. İşte bütün hikâye burada başlar. Korey, Antron, Raymond, Yusef ve Kevin adlarındaki bu beş isim kurban olarak sunulur bu olayın faili olarak. İzleyici aslında bu beş ismin suçsuz olduğunu biliyor ama kafada dönen soru ise, "bu işten nasıl kurtulacaklar" sorusu oluyor.

İlk bölümde olayla birlikte girizgah yapılıyor, işte kafadaki derin sorular dönmeye başlıyor, "bu işten nasıl kurtulacaklar" sorusu. İkinci bölümde ise, bu soruya cevap aranıyor. Tam bir hukuk bölümüydü. Duruşma üstüne duruşma gerçekleşiyor. Üçüncü ve dördüncü bölümlerde zaman ileriye aktarılıyor. Düğüm safhası da işte bu iki bölümde. Esasında film tadı veren de aslında bu son iki bölüm, özellikle de son bölüm.


Dram ağırlıklı olduğu için genel olarak ağır gittiğini söyleyebilirim; ancak ağır bir şekilde ilerlemesi de izlemeye engel değil. Duyguları geçirebilen, hatta özellikle de son bölümde dizi, başka boyuta geçti, film gibiydi. Bu havayı veren de, son bölümdeki muhteşem performansıyla Jharrel Jerome. Kendisi de bu performansıyla Emmy ödüllerinde ödül de kazandı.

Dizide birtakım kavramlar da işlendi; iyilik, kötülük, doğruluk, dürüstlük gibi kavramlardı. Irkçılık konusu geçti, cinsellik üzerine konu geçti, ailevi konuları üzerinde de duruldu. Hukuk üzerinden adalet, insan üzerinden de psikolojik unsurlara inildi. Donald Trump, filmde "kukla" kavramına girdi. Dizide "kukla" olarak yer aldı. Dizide Trump göndermesi de manidardı. Bu olaya ismi karışan isimlerden birisi de Trump'tı. Trump, CNN'e konu hakkında olumsuz yorumlar yapıyordu. Günümüze geldiğimizde bu isimlerden özür dilemediği de biraz araştırma yapıldığında görülür.

Netflix, kısacası başarılı bir yapıma imza atmış. "Central Park beşlisi" olarak geçen isimlerin hayatını mini diziye çekilmesi de, özellikle "ön yargı" kavramı ve "adalet" kavramı üzerinde durulması çok anlamlı. Peki ne yapmalıyız? Donald Trump gibi suçsuz olmalarına rağmen suçlu ilân etmeye devam mı etmeliyiz birilerini, yoksa ön yargıları kırıp olayları anlamaya mı çalışmalıyız? Bu dört bölümde bunu göreceksiniz. Son bölümdeki Jharrel Jerome performansıyla bezenmiş film tadında harika bir bölüm izleyeceksiniz. Hatta kimi zaman sinirlenecek, kimi zaman üzülecek, kimi zaman gözyaşlarınızı tutamayacaksınız, gülme duygusu da eksik olmayacak. Her türlü duyguya girip çıkacaksınız.

9/10

Thursday 26 September 2019

İki Yanlışın Bir Doğru Edip Etmemesi Üzerine: "Elling"



İskandinav sinemasından bir film olan "Elling", 2001 yılında Norveç yapımı olarak vizyona girdi.

Film, psikiyatri tedavisi gören Elling ve Kjell Bjarne karakterleri üzerine kurulu. Annesinin vefatından sonra içine kapanan ve topluma karışamayan Elling, bağımlılık yüzünden hayatı yolunda gitmeyen Kjell Bjarne ile yolları kesişir ve olaylar gelişir. Filmin konusu bu şekilde. Filmde "iki yanlış, bir doğru edebilecek mi" sorusuna cevap aranması söz konusu.


Filmde depresif bir hava söz konusu. İçinde dram söz konusu olan ve karanlıktan aydınlığa çıkış söz konusu olan bir şey varsa, haliyle bu depresif hava söz konusu olabiliyor. Baş karakterleri benimseyip, kendinizi onların yerine koyuyorsanız, karakterlerin hayata karşı değişimlerini gördükçe, siz de o değişimlerden dolayı aydınlanıyorsunuz. Filmin en büyük artısı da bu işte. "Geç olsun, güç olmasın" parolasıyla yola çıkan iki insan, cesaret edip adımları atmaya başlıyor ve olaylar gelişiyor. Motive etme açısından başarılı bir film.

Filmin olumsuz tarafı, filmde geçmişe dair izlerin olmayıp, bir anda konuya girmesi. Geçmiş bilinmediği için karakterlerin profili anlattıkları kadar çizilebiliyordu. Filmin en büyük olumlu tarafı ise, kısa olması. Kısa olduğu için sıkmıyor ama geçmişe inilmediği için baş karakterler havada kalıyor.

Her şeye rağmen izlenesi ve düşünülesi film:
7/10

Tuesday 9 July 2019

Irkçılığa Bol Göndermeli: BlacKkKlansman




2018'de vizyona giren ve Oscar 2019'da boy gösteren "en iyi uyarlama senaryo" ödülünü kazanan bir filmdi "Blackkklansman" filmi!

Filmin başlangıcı hiçbir karakter tanıtımı yapmaksızın bir anda olayların içinde kendini bulan iki karakterin ırkçılıkla mücadelesini anlatıyor. "Irkçılıkla mücadele" derken; iki karakter de casus dedektiftir ve ikisi de "klan" denilen iki farklı toplulukta birbirine değmeden olayların içinde ırkçılıkla mücadele etmeye çalışıyor, yani polis kimlikleriyle olaylara müdahale etmeleri söz konusu oluyor.

Filmin akıcı olmaması, ancak sonlara doğru akıcı olmaya başlaması filmi sıkıcı kılıyor. Karakterlerin tanıtımı yapılmadan damdan düşer gibi olayların içinde bulunulması da gözüme batan bir diğer husustu. Filmin akıcılığı söz konusu olsaydı ve karakterlerin bu noktaya nasıl geldiği anlatılsaydı, belki de film daha iyi olabilirdi.

Filmdeki iki karakterden biri olan Ron Stallworth gerçek hayatta yaşayan biri olduğunu belirteyim. Gerçek hayattan esinlenerek ortaya konmuş film olduğu da filmde belirtiliyordu. Uyarlama senaryo yönünden ödül alsa da, kurgusal anlamda çok iyi bir film olduğunu düşünmüyorum. Bunun sebebi ise, filmin yavaş bir şekilde ilerlemesi ve olaylar arasında oluşan boşluk. Tam olarak zaman da belli değildi. İzlerken herhangi bir zamana da rastlamadım, bu da bir diğer olumsuzluktu.

Bir karakter siyahi, ki son zamanlarda giderek artan siyahiler üzerinden filmler ortaya çıkmaya başladı. Dünyada ırkçılık karşıtı, bilhassa siyahiler üzerinde bilinç olmaya başladı. Siyahiler eskisine göre daha bir insan yerine konmaya başlandı. Hitler döneminde Yahudiler soykırıma uğramıştı, özellikle de o dönemden sonra Yahudiler kendi devletlerini kurmuştu. Yine de tabii Yahudiler üzerinden de Yahudilere ırkçılık yapılması eleştirildi inceden ve ikinci karakter Yahudi idi. Tarih üzerinden de bolca gönderme yapıldı.


Film düşündüren bir yapıya sahipti ama sanki sırf gönderme yapmak için yapılmış gibiydi. Sürekli olarak tarih üzerinden gönderme yapıldı, sürekli olarak ırkçılık vurgulandı. Sanırım ırkçılık üzerinde en çok ve en net vurgu yapılan film, bu filmdi. Aslında konusu iyiydi de, işleyişi tam anlamıyla beğenmedim. Son sahnede ancak hareketlenen bir yapıya sahip oluyor film. Bitişte bile gönderme yapıldı. Hatta bu göndermeye Donald Trump içerlenip, yönetmen hakkında tweet bile atmış.

6/10

Sunday 7 July 2019

Afrika'da Bir Ütopya: Black Panther



Oscar 2019'da aday olan filmlerden birisiydi Black Panther. Hani şu Marvel'den çıkan süper kahraman filmlerinden birisi olan Black Panther...

Black Panther, diğer Marvel filmlerine oranla bir tık daha altlarda kalmış olduğunu düşünüyorum. Çünkü; önceki Marvel filmlerinin verdiği havayı vermiyordu. Ön plana çıkan oyuncular fazla yoktu; sanırım en ünlüsü Sherlock'tan tanıdığımız Martin Freeman olsa gerek. Diğer filmlerde bilindik oyuncu sayısı bir hayli fazla oluyordu, bu filmde onu görmek pek mümkün olmamış.

Filmin yarısı ağır bir şekilde ilerledi. Filmde düşmanın girmesi ve olayların hız kazanması biraz zaman aldı. Teknoloji üzerine fazla ilerlemeye çalıştıkları iyiydi de, bu biraz Thor'u anımsattı. Afrika'nın Thor'u "Black Panther" havasında idi. Yine de hareketli kısımları itibariyle film daha izlenir olmaya başladı.

Stan Lee'yi ayrı bir artı koymak gerekiyor. 2018 yılında hayata gözlerini yuman süper kahraman filmlerini ortaya çıkaran isim olan Stan Lee'nin oluşturduğu süper kahramanlık filminde farklı noktalara değiniliyor. Vibranium adlı metali dünyaya yaymak; yani silah satımı yapmak, herkesi birbine düşürmek gibi kısımlar geçmekte idi. Aslında Amerika'nın filmi, kendi yaptığı şeyi kendisi inceden eleştirmiş gibi oldu. Bu filmdeki bir diğer artı, filmin siyahi bir kahraman figürünün olması. Süper kahraman olarak çok fazla göremeyiz siyahi figürü, hele söz konusu olan Afrika'da geçen bir siyahi kahraman filmi ise. Ne kadar garip değil mi? Batının sömürdüğü Afrika'da teknolojik çığır açan bir ülke. Stan Lee'nin inceden bir dakika civarı kendisini gösterdiğini de belirteyim bu paragrafa parantez olarak.


Süper kahramanlık filmleri derin bir ütopyadır aslında. Söz konusu olan bu film ise, Afrika'nın ütopyası. Peki bu ütopyada oyunculuklar nasıldı? Doğrusu süper kahraman filmlerinde fantastik olaylar ön plana çıktığı için oyunculukların kendisini gösterip göstermesi önemli olmuyor. Göze hoş gelen oyunculuk da göremedim. Kulağıma daha çok oyuncuların Afrika aksanıyla "r"leri bastırarak konuşması geldi.

Thor'un Afrika versiyonu gibiydi. Taht kavgası vardı, bu kez amcaoğulları arasında idi. Thor gibi teknolojik aletler vardı, bir ütopik dünya söz konusu idi. Ölümden dönme söz konusu idi burada da. Aslında genel olarak süper kahraman filmlerinin birbirine benzemesi gibi, bu film de haliyle benziyordu. Özellikle Thor'a benzettim.

Filmin karmaşık bir anlatımı söz konusuydu. Bir anda Afrika'da, bir anda başka bir ülkede bulabiliyordunuz kendinizi. Düşmanın olaya geç girmesi, hatta beklenmedik bir anda belirmesinin uzaması da filmi sıkıcı bir yere sürükledi. Filmin pozitif yanı ise, verilmek istenen mesajlar ve sonlara doğru toparlanması. Bir dizinin pilot filmi havasındaydı, devamı gelecek gibiydi, ki devamı da gelecek.

Devam filminde Stan Lee kendisini gösteremeyecek olsa da, eseri ve eserleri yaşamaya devam edecek.

7/10

Bir Ada Hikayesi: Cast Away

Filmi yıllar önce izleyişimde etkileyici gelmişti ama sonradan dikkatle izleyince beklentinin altında kalan bir film oldu. Bir kere baş...